Bundan tam yirmi yıl önce valizimi kapatıp Türkiye’ye geldim.

Bundan tam yirmi yıl önce valizimi kapatıp Türkiye’ye geldim. Bir heves, bir heyecan... Kalabalık sokaklarda kaybolmak, yeni bir dil öğrenmek, farklı bir kültürün içinde kendimi yeniden keşfetmek için geldim. O zamanlar, Türkiye bana bir mozaik gibi görünüyordu: Renkli, canlı ve umut dolu.

Ama bugünlerde, haberleri her açtığımda, içimde bir sıkışma hissi oluyor. Şişli’de hamile bir kadının hunharca öldürülmesi, sokak ortasında yaşanan kavgalar, kaybolan gençler, her gün başka bir şehirden gelen acı haberler... Bu ülkeye aşkla bakan kalbim artık başka bir şey de hissediyor: Endişe.

Bir yabancı olarak burada yaşamak hâlâ büyüleyici. İnsanların sıcaklığı, sofralarda paylaşılan ekmek, sokaklarda birbirine selam veren insanlar... Bunlar değişmedi. Ancak toplumun içinde yükselen öfke, güvensizlik ve kaygı havası da inkâr edilemez bir gerçek artık.

Dışarıdan baktığınızda Türkiye, dizileriyle, yemekleriyle, boğaz manzarasıyla cennet gibi görünebilir. Ama içeriden yaşayınca, her sabah sokakta yürürken bile temkinli adımlar atmanız gerektiğini öğreniyorsunuz. Gülümseyerek merhaba dediğiniz biri, bir anda size şüpheyle bakabiliyor. Kalabalığın içinde bile kendinizi yalnız hissedebiliyorsunuz.

Şu anda Türkiye, büyük bir kavşakta duruyor gibi. Ya bu karanlık haberlerin arasında kaybolacak ya da el ele verip yeniden o canlı, umut dolu günlerine dönecek.

Ben buraya gelirken "Ankara'da yaşamak bir ayrıcalıktır" demişlerdi. Hâlâ öyle olduğuna inanmak istiyorum. Ama bunun için, bu güzel ülkenin, önce kendi içindeki yaraları sarması gerektiğini de biliyorum.

Burada olmak, bazen bir mucizeye tanık olmak gibi.

Ama bazen de, bir trajedinin sessiz tanığı olmak gibi…