Korku, hayatın kaçınılmaz bir parçası. Ama mesele ondan kaçmak değil, onunla yaşamayı öğrenmek. Gerçek cesaret, bazen titreyerek de olsa yola devam edebilmektir.

Korku hayatın doğal parçası. Kabul edelim, hepimizin cebinde bir tane var. Kimimiz işini kaybetmekten korkar, kimimiz sevdiklerini. Bazılarımız yalnızlıktan ürker, bazıları kalabalıktan. Ama asıl mesele, korkudan kaçmak değil; onunla birlikte yürümeyi öğrenebilmek.

Günümüzde korkular daha görünür hale geldi. Ekonomi, sağlık, gelecek belirsizliği… Sosyal medyada her gün başka bir felaket senaryosuna maruz kalıyoruz. İnsan zihni, artık sakin bir sokak değil; bir siren sesi gibi sürekli tetikte. Peki, bu haliyle nasıl sağlıklı kalabiliriz?

Öncelikle şunu bilmek gerekiyor: Korku, zayıflık değil. Tam tersine, hayatta kalma refleksi. Ama bizi yönetmesine izin verdiğimizde; hayatı daraltan, kararları felç eden bir güce dönüşüyor. Bu yüzden korkunun varlığını inkâr etmek yerine, onunla konuşmak gerek. "Sen neden buradasın?" diye sormak… Cevabını duyduğumuzda, çoğu zaman kökü geçmişe uzanan kırılganlıklarımızla karşılaşıyoruz.

Gazetecilikte de böyledir aslında. Bazen bir soruyu sormak, karanlık bir odada ışığı yakmak gibidir. Korkarsın ama yine de basarsın flaşı. Çünkü bilirsin ki o karanlıkta kaldıkça büyür, gözünü alır. Ama üzerine gittiğinde, göz bebeklerin yeniden görmeye başlar. Hayatın kendisi de buna çok benziyor.

Korkuyla başa çıkmak, onu susturmak değil. Onunla birlikte yaşamayı öğrenmek. Ve belki de en önemlisi, onun seni durdurmasına izin vermemek. Bazen titreyerek atılan bir adım, yılların yerinde saymasından daha kıymetlidir.

Hayat kolay değil, bunu hepimiz biliyoruz. Ama her sabah gözümüzü açıp yeniden denemek, korkularımıza rağmen yürümek… İşte o, gerçek cesaret.