Zaman… Hepimizin dilinden düşmeyen ama aslında tam anlamıyla kontrol edemediğimiz bir kavram. Saatler, takvimler, planlar derken hayatımızın büyük bir kısmı zamanı yönetme çabasıyla geçiyor. Ancak hiç düşündünüz mü, zamanı yönetmeye çalışırken aslında onun peşinden koşuyor olabilir miyiz?
Modern dünyada zaman, para kadar kıymetli bir meta haline geldi. “Vakit nakittir” sözü, sadece bir deyim olmaktan çıkıp hayatımızın bir gerçeği oldu. İnsanlar daha fazla çalışıyor, daha çok kazanıyor ve bir yandan da “boş vakit” yaratmaya çalışıyor. Ancak, ne kadar çabalarsak çabalayalım, zamanın bize sunduğu o eşsiz anları kaçırıyoruz.
En son ne zaman bir akşamüstü gökyüzünün renklerini izlediniz? Ya da bir kahve molasında sadece düşüncelerinizle baş başa kaldınız? Sürekli bir yerlere yetişme çabası içinde ya işimize ya da hiç bitmeyen sorumluluklarımıza esir oluyoruz. Halbuki hayatın güzellikleri, o yoğun koşturmaca sırasında gizleniyor.
Belki de zamanla aramızda kurduğumuz ilişkiyi sorgulamanın vakti geldi. Zamanı bir yarış olarak görerek mücadele etmek yerine, onu bir dost gibi kabul edebiliriz. Dakikaların esiri olmaktansa anların tadını çıkararak keyif alabiliriz. Çünkü hayat, sadece yaşadığımız sürelerden ibaret değil. Aslında zaman içinde bulunduğumuz hayatta hissettiğimiz, düşündüğümüz ve paylaştığımız anlardan oluşuyor.
Zamanın peşinde koşmayı bırakıp, onunla uyum içinde dans etmeye başladığımızda hayat çok daha anlamlı hale gelecek. Ve belki de o zaman, gerçekten “zamanımız” olacak.